Iş nedeniyle 2 haftalığına – hatta 17 gün – Franfurt yakınındaki ufak bir kasaba olan Limburg’a gittim. 2 hafta Almanyalarda neler yaptım, özet geçiyorum…
İlk olarak ‘hacı, sen ne iş yapıyon?’ sorusunu cevaplıyım: Ben global bir şirketin Avrupa IT ekibindeyim. IT özelinde ise SAP adlı program üzerine çalışıyorum. Almanya’ya da SAP projesini canlıya almak için gittik. Hatta proje ekibi 3 ay önce kullanıcı testleri için de gitmişti ama ben vize işleri yüzünden gidememiştim (ipucu veriyorum -> FLR(M) başvurusu yazısı ) –
Ben bu şirkette 2019 başında çalışmaya başladım. Hatta başvuru ve iş görüşmesi maceramı da “Yeni işe başladım” yazısında anlatmıştım.
Almanya kısmına gelelim…
Frankfurt’a yaklaşık 1 saatlik mesafede Limburg isimli şirin bir kasabaya gittim. Şimdi bu yazıyı yazarken internetten nüfusuna baktım. Toplam nüfusu 35bin, merkezinin nüfusu 20 bin – miş.
Bu konuyu belki başka bir yazıda çok daha uzun uzun anlatmak lazım ama İngiltere ve genel olarak Avrupa’da beni şaşırtan bir konu da köy veya kasaba dediğimiz yerlerin altyapı, genel görünüm, mimari, eğitim, kültür ve gelişmişlik açısından (ya da nasıl ifade edilir bilemedim ama) şehirlerden pek bir farkı olmaması. Hatta yer yer daha iyi olması.
Mesela Türkiye’de bir ilçeye veya köye gittiğiniz zaman şöyle bir etrafınıza bakınca oranın köy olduğunu hemen anlarsınız. Hani ortam biraz otantik olur böyle. Ama o otantiklik köy kahvaltısı satan kafeler gibi duvara asılı halı ve yalandan iki tabure atılmış şark köşesi ile değil, ortam böyle harbi harbi otantik olur 🙂
Olayın görsel, mimari boyutunu geçtim, insanların bakışlarından bile anlarsınız nerede olduğunuzu…
20 bin nüfuslu ilçeye Türkiye içinden örnek veriyorum:
Eskişehir – Sivrihisar
Bursa – Orhaneli
Bursa Gemlik 110binmiş. Limburg’un 5 katı… Nüfus farki 5 kat az ama yaşam standardı da 5 kat fazladır maalesef.
Neyse işte benim iki hafta kaldığım Limburg ilçe merkezinin nüfusunun topu topu 20 bin olmasına şaşırdığımı söylemek için 5 paragraf laf ettim…
Almanya’da çok Türk var…
Tamam bu hep söylenir, sonuçta rakamlar ortada ama ne biliyim 20bin nüfuslu bir kasabada da bir sürü dönerci olmaz ya. Yolda giderken etrafta Türkçe duymazsın. Yaw köprü altlarında sprey boyayla Türkçe duvar yazıları var. Olm siz nabıyonuz ya ahahaha
Şöyle bir vaka ile durumu biraz daha açıklayayım:
Limburg’a Salı gece gittim. Çarşamba ve Perşembe günü bizim Avrupa IT ekibinden Hollanda’daki elemanla fabrikaya gittik çalıştık. Cuma günü Almanya’da bişi bayramıymış, resmi tatildi. Perşembe iş çıkışı bu adam Hollanda’ya döndü. Ben de Cumartesi ve Pazar günü IT ekibinden başka biriyle hazır fabrika çalışmıyorken sistemde bi çalışma yapıcam.
Yani kısaca Perşembe akşam ve Cuma tüm gün Limburg’da tek başımayım!
Almanya’da yalnız başıma geçirdiğim 1,5 gün boyunca Türkçeyi İngilizceden daha çok kullandım
Almanca konusunda hiç bir fikrim olmadığını da söyleyeyim.
Mesela bir market:
Ama açıkçası kebapçılarda şöyle bir menü görmeyi hiç ummuyordum:
Ya arkadaşlar! Döner lahmacun nedir ya? Ben internette böyle videoları komiklik olsun diye yapıyorlar sanıyodum. Lahmacunun arasında döner koyup dürüm gibi yapmak falan çok acayip kafalar. Fusion mutfak dedikleri bu değil, yanlış yapıyosunuz 🙂
Ben Türkiye’deyken böyle şeyler görmemiştim, son 3-4 yılda yeni mi çıktı? Yoksa gurbetçi arkadaşlarımız internetteki videoları görüp “ulan Türkiye’de böyle şeyler yapıyolar, biz de yapalım” diye ciddiye mi alıyolar ki? – Bilemiyorum Altan, bilemiyorum…
Limburg nasıl bir yer?
Limburg çok şirin bir kasaba. Old Town ‘eski köy’ dedikleri bölgeyi çok güzel yapmışlar. Eski evler, mimari falan müthiş. Eskişehir Odunpazarı evlerine benziyo hehehe
Buyrun görseller böyle:
Bir de ortamda kilisenin bir boy büyüğü olan katedral var. Katedral mimari olarak baya güzel gözüktüğü için gece ve gündüz olarak yakından ve uzaktan fotolarını koyuyorum:
Simdiye kadar nerdeyse bütün otellerde “çevreyi düşünelim, gereksiz yere havluları, çarşafları falan hergün yıkatmayın…vs” tarzı yazılar olur. Ama ilk defa bu konuda insanı teşvik eden bir uygulama gördüm.
Odadaki masanın üstüne bezden küçük bir torba koymuşlar. Torbanın üstünde çevreyi koruyalım, bunu kapıya asarsanız o gün odanızı temizlemeyiz ve size bir süpriz bırakırız yazıyordu. – Hediye kazanma odaklı insan psikolojisine oynuyo çakallar…
Zaten her gün otel odası mı temizlenir ya? Akşamdan akşama uyumaya geliyoz. Kim uyduruyo böyle standardları? Nerde yaşıyonuz siz? Nasıl bir çocukluk geçirdiniz siz ya? 🙂
Neyse, otelde kaldığım 17 gün boyunca çevremizi bir çok kez koruyarak çikolatasından bisküvisine bir sürü Alman abur cuburu yedim.
*Resimdeki yulaflı (müsli) falan bir çikolata.
~~~ Almanya’da ne yenir, ne içilir? ~~~
Sonuçta Avrupa’dayız, haliyle öyle acayip şeyler yiyip içilmiyor. Çoğu yiyecek içecek gayet bildiğimiz şeyler.
Almanya’da olduğumuz için bir çok çeşit bira var. Bulunduğumuz bölgede sanırım buğday birası gibi bişiy ünlüydü. Weissbier gibi bişi diyince beyaz bira getiriyolardı.
Bir şöyle güzel bir metalci birası buldum.
\m/ Hell Yeah \m/
Onun dışında her yerde bu şarap tatma olayı var. Yemekte masaya şarap söylenirse getirip bir tattırıyolar önce. İngiltere’de çok denk gelmedim ama burada her yerde yaptılar. Şarabı getirip açıyolar sonra kim tadına bakacak diyolar. Ayaküstü tiyatro işte 🙂
Masada bu ulvi görevi çoğunlukla Fransız arkadaşa verdik. En iyi sen anlarsın diye. O yok mok derse Belçikalı’ya verdik. Sen de Fransızca konuşuyon, sen de anlarsın şarap işinden diye 🙂
Bir de Schnaps diye bir içki baya ünlü burada. Renksiz, yüksek alkollü, shot olarak içilen, değişik aromalı bir sürü çeşidi olan Alman içkisi. Fındıklı, Şeftalili, Franboğazlı… falan bir sürü çeşidi var.
Ha son olarak bir mağazada zeytin likörü gördüm. Ufak bir şişe aldım getirdim ama daha açıp tadına bakmadım. Eve bi misafir gelince şerefinize zeytin likörü açıyorum falan diye şekil yaparım. Hahaha
Yemek kısmına gelirsek…
20bin nüfuslu bir yer ama her türlü dünya mutfağı restoranı vardı. 2 hafta dışarda yemek zorunda olduğumuz için bir çok değişik yerde yemek yedik.
Alman restoranı / mutfağı – Büfe tarzı olarak tahmin edebileceğiniz şekilde çeşit çeşit sosisler var. Restoranlarda ise genelde et, steak tarzı şeyler var.
1-) Ben şinitzel sadece tavuğa denir sanıyordum. Hani şu etrafı çıtır parçacıklı tavuk etine şinitzel denir sanıyodum. Ama meğerse o etrafına çıtır una bulayıp pişirme şekline ‘şinitzel’ deniyormuş. Burada kırmızı etten gayet güzel şinitzel yapıyorlar.
2-) ‘Venison’ yani geyik eti baya yaygın. Baya yaygın derken çoğu restoran menüsünde geyik etli 1-2 bişi var. İngiltere’de bu kadar yaygın değil. Bir kaç defa denk geldim ama denememiştim. Burda ilk defa geyik eti yedim 🙂 Kuzu ve dana etine göre daha yağsız, birazcık sert bir et. Tadı güzeldi ama açıkçası ben daha güzel bişi bekliyodum. Denk gelirsem yerim ama illa bi yere gidelim de geyik yiyelim demem.
3-) Zeytin pişirmek. Evet, zeytin pişirmek.
Restoranın birinde başlangıç olarak böyle güveçte domates biber falan karışık bi sebze kızartması getirdiler. Bi baktım içinde zeytin de var. Lan dedim sıcak zeytin yenir mi? Nası insanlarsınız siz ya? diye tepki verdikten sonra saniye geciktirmeden du bakalım nası oluyomuş diye hemen yedim tabi 🙂
Ya bu nasıl güzel bişeydir…
Şimdiye kadar ben bunu niye hiç bi yerde görmedim ???
Türkiye’de tonlarca zeytin üretiliyor. Yıllarca Gemlik’te çalıştım, her taraf zeytinlikti. Ama bir kişi de çıkıp yemeğin içine atmadı şu zeytini be kardeşim. Vallahi tonlarca üretip tükettiğimiz meyveye yazık lan. (meyve diyince bi garibime gitti ama ağaçta yetiştiğine göre meyvedir heralde, di mi?)
Gelecekten gelen bilimsel not: Meyve – sebze ayrımı ağaçta yetişmesi falan değil olm, uyduruyosun ya. Meyve, içinde tohum olan ve öncesinde çiçek açıp olgunlaşan şeyler. Sebze ise bitkilerin kökü, yaprağı ya da dalları yeniyosa işte – Pek de bilimsel olmadı ama idare edin artık… (Ve evet, doğru düşünüyorsunuz, domates ve patlıcan sebze değil meyve)
Garibim zeytin şimdiye kadar Türkiye’de kahvaltı dışında anca salataya sızabilmiş. Halbuki (daha sonra başka yerlerde de denk geldim) domates sosunun içinde falan da ne güzel oluyormuş ya.
Sonuç: Kesmeyin olm zeytinlikleri, manyak mısınız ya? Bi zeytin ağacı kaç yılda ürün verebilir hale geliyor haberiniz var mı? Siz yokken o zeytin ağaçları vardı…
Durup dururken yükseldim bi an. Tamam sakinim şimdi. Yazıya geri döndüm. Tamam.
Bu restoranın adı “Kara Kartal”
~~~ çArşı Limburg ~~~
Limburg’daki en güzel restoran burası – Konu tartışmaya kapalıdır.
Hint restoranı – Herkes Hint yemeklerini sevdiği için kararsızlık anlarında birisi ‘İndian?’ dediği zaman herkes ‘İndian’ diye cevaplıyor 🙂 Yemekler İngiltere’dekiler ile pek farklı değildi. Sadece Onion Bhaji yoktu. Bir Hint restoranında onion bhaji olmaması resmen dramdır ya… Pardon, siz Hintli olduğunuza emin misiniz?
(Onion bhaji? O ney lan? diyorsanız sizi şöyle alalım -> Hint yemekleri 101)
Yunan restoranı – Restoranın adını hemen tahmin edebilirsiniz. Zeus restaurant 🙂 Menüde ismi tanıdık gelen bir çok şey var. Mesela İngiltere’de de olan hallumi ve tzatziki. Satsiiiki, zatziiiiki gibi okunuyor ve tahmin ettiniz yunanca cacık… Bunlar dışında adı benzemeyen ama açıklamayı okuyunca direk anladığın yemekler, mezeler falan var.
Ben mesela ‘gyro’ nun döner olduğunu bilmiyordum. Yani tamam gyro zaten ‘dönen’ demek, düşününce çok mantıklı ama yemek olarak hiç aklıma gelmemişti. Et gyro, tavuk gyro 🙂 Gyro special diye baya iskender gibi yoğurtlu moğurtlu getiriyolar.
İspanyol restoranı – İspanyol mutfağını ayrıca bir yazıyla sonradan gurme yazı dizisinde anlatacağım. Bu mutfak ayrı bir yazıyı hakediyor! Ama çok kısa ‘tapas’ nedir anlatayım, bir de şimdiye kadar yediğim en absürt şeyi söyleyeyim.
Tapas, resimde gördüğünüz gibi ufak tabaklarda ufak porsiyon yemek. 3 tabak civarı bir normal porsiyona geliyodur. 1 porsiyonda 3 değişik yemek yemek gayet güzel bir şey. Ya da kalabalıksanız rakı masası gibi ortaya ne bulursanız söylenebiliyor.
Evet, şimdi de çok uzatmadan yediğim en absürt şeye geliyim. Direk söylüyorum: salyangoz yedim 🙂 Bu tapas resminde yok ama ikinci defa gittiğimizde ortaya bir de salyangoz söylediler. Dedim uzatın şunu bakalım bi, neymiş bu. Böyle tereyağlı sos içinde geldi. Hop attım bi kaç tane 🙂
Görünüşü ve kıvamı ufak karidesler gibi. Tadından bişi anlamadım, pek tadı tuzu yok hayvanın…
Yok yok hiç öyle ağzınızı yüzünüzü buruşturmayın. Sonuçta karides, kalamar ya da denizden çıkan diğer saçma şeyleri yiyosanız, bunu da yersiniz. Canlı karidesi görünce böcek ilacı sıkacak olanlar, güveçte tereyağlısı gelince ekmek banıyo. Çok gördük bunları 🙂
Çin, Japon veya o taraflardan bi restoran – Suşi’ci
Suşi konusu bilindik. Türkiye’de istersen bir sürü restoran var. Biz yıllar önce Bursa’da denemiştik. Ben pek anlamıyorum bu işten. Hatta pek ne demek hiç anlamıyorum. Pek sevmiyorum da.
Yine de bir kaç tane değişik çeşit denedim. Soya sosuyla güzel oluyo da, meze gibi bir kaç tane yenir. Bununla karnımı doyuramam ben ya… Ekmek lazım bi kere ekmek 🙂
Ama buradaki en bomba şey ‘sake’ imiş. Yemekler bittikten sonra sake söyledik. Böyle ufak beyaz seramik vazo gibi kaplara koyup getirdiler. Kahve fincanı gibi ufacık bardaklarla içiliyomuş. O zaman fotoğraf çekmemişim ama blogda sınırsız hizmet mottosuyla sizin için google’dan bir adet sake içki seti fotosu bulup koyuyorum:
Sake, pirinçten yapılan Japon içkisi. Renksiz ve içindeki alkol %15 civarında. Ama enteresan tarafı sıcak içilmesiymiş. İçki baya bildiğin sıcak.
Sıcak içildiğinden midir, yoksa pirinçten midir bilmem ama etkili bir içkiymiş. Bu kadarcık şey bize ne yapar lan diye gelişine pıt pıt attık iki fincan. 5 dakka sonra masada herkes gülüyodu 🙂
Son olarak Frankfurt havaalanında çok önceden yaşadığım bir anıdan bahsederek yazıyı bitiriyorum.
Eşimle yıllar yıllar önce ilk defa Türkiye’den İngiltere’ye giderken ucuz olsun diye Frankfurt havaalanından aktarmalı gidiyorduk. Lufthansa ile aktarma yapmak için check-in yaparken bankodaki görevli bu uçuşa fazla rezervasyon yaptık, 250€ karşılığında 3 saat sonraki uçuşla gider misiniz dedi. O zamanlar Türkiye – İngiltere gidiş dönüş uçak biletinin yaklaşık 200€ olduğunu da hesaba katarsak hiç düşünmeden evet dedik…
Bize 250şer Euroluk çeklerimizi verdikten sonra yetmezmiş gibi bir de üzerine havaalanındaki restoranlarda kullanmak için 20€luk birer voucher daha verdi.
Ayrıca bir not: Bu yolculuk ile ben ilk defa uçağa binmişim ve hatta ilk defa yurtdışına çıkıyorum. Başımıza gelen olaya bakar mısınız 🙂
İşte o zaman Frankfurt havaalanında bu restoranda kahvaltı etmiştik. Bu sefer gittiğimde de İngiltere’ye dönüş yolunda arkadaşlarla şans eseri bu restoranda yemek yedik.
Eşime bu resmi çekip gönderdim – neresi olduğunu hemen bildi 🙂