Geçen haftasonu Pazartesiyi de birleştirip 3 günlüğüne Kopenhag’a gittik. 3 günde çok gezemedik ama baya güzel bir yermiş Kopenhag. Evet, hava soğuktu, ama ben çok daha soğuk bekliyodum.
Kopenhag (Copenhagen), Danimarkanın başkenti. Nüfusu 2012 sayımına göre 1.2 milyonmuş. Danca’da şehrin anlamı ticaret limanı demekmiş.
Kopenhag’da çok merkezi bir yerde olan Scandic Copenhagen otelinde kaldık. Otel gayet ekonomik ve güzeldi. Merkezi bir yerde olması büyük avantaj. Merkezdeki çoğu atraksyona etrafa baka baka yürüyerek gidilebiliyor. Mesela, Tivoli Gardens’a yürüyerek 5-10 dakika mesafede.
Copenhagen Card diye bir kart var. Turistler için mükemmel bir icat. 1,2,3 veya 5 günlük oluyor. 3 günlük olan 90 € idi. Önceden internetten satın alıp havaalanındaki tourist info bankosundan kartı teslim alıyorsunuz ve aktıve ediyorsunuz. Direk havaalanından alınabiliyor mu bilmiyorum. Websitesini bi inceleyin -> copenhagencard.com
Her türlü otobüse, trene binerken ve müzeye girerken kartı gösterip giriyosunuz, ücretsiz. Bazı bot turları ve akvaryum gibi atraksyonlar ücretsiz. Anlaşmalı, indirimli olduğu cafeler restoranlar falan var.
Kişi başı 3 günlük 90 € ilk bakışta pahalı gibi duruyo, tek tek hesaplamadım ama tüm otobüs, tren, müze girişi, kanal turu, akvaryum girişi falan bu kadar etmiştir…
Kısaca gittiğim yerlerden bahsedeyim…
Tivoli Gardens
Merkezde büyük bir park. İçinde lunapark, kafeler, restoranlar var. Gittiğimizde cadılar bayramı temasına uygun olarak etrafta balkabakları, korkunç dekorlar falan vardı. Gayet güzel gidilesi bir yer.
Copenhagen Card ile parka giriş ücretsiz. Lunapark’ta çok fantastik aletler var. Aletlere binmek için tek binişlik veya sınırsız(!) biletlerden alınabiliyor. Bilet satılan yeri çok aradık, kıyıda köşede bir yerde reklam panosu gibi aletlerden bankamatik kartı ile alınıyormuş.
Experimentarium
Science Museum olayının hastası olduğumu hep yazdım. Burası da Kopenhag’in bilim müzesiymiş.
Merkezden tek otobüs ve 10 dakikalık yürüyüş ile gidiliyor. Copenhagen Card ile giriş ücretsiz ama bankoya kartı gösterip bilet almak gerekiyor.
Mekan bir bilim müzesi olarak gayet güzel.
Gereksiz bilimsel bilgi: Dünyanın değişik yerlerinde çıkarılan petrolün kalitesinin, içeriğinin falan değişik olduğunu teoride biliyorum. Ama sanırım ilk defa pratikte ne kadar farklı olduklarını gördüm. Mesela Amerika’da çıkarılan petrol sıvı gibi akıcı ama Arabistan petrolü çamur gibi yoğunmuş, zor karıştırılıyo.
Bir de ufacık bir ayrıntı ama böyle mekanlarda ücretsiz vestiyer dolaplarının olması çok güzel bir şey ya. Özellikle çocuklu turist modunda gezerken taşıdığınız bir çok eşya oluyor. Bir de üstüne soğuk memlekette sıcak mekana girince sırtta çanta, elde mont… İşkence gibi oluyor…
Burada da giriş katında bir sürü dolap var, eşyanızı dolaba kitleyip ferah ferah geziyosunuz içerde… Öyle bir şey işte 🙂
National Museum of Denmark
National Museum, Tivoli bahçelerinin bir kaç sokak arkasında. Merkeze yürüme mesafesinde. Akşam kapanmasına yakın bir saatte gittiğimiz için sadece çocuklar için yaptıkları ufak bir bölümünde takıldık. Büyükçene bir çocuk oyun alanı gibi düşünebilirsiniz. Tek bir giriş çıkış var ve tabiki bu giriş müzenin cafesinin yanında 🙂 İçerde minicik bir Orta çağ kalesi, Viking gemisi falan çocuklar için eğlenceli bir ortam var.
Burası da Copenhagen Card ile ücretsiz ama bankodan bilet almak gerekiyor. Kartın geçerlilik süresini falan kontrol ediyolar haliyle.
Kanal turu
2-3 tane değişik kanal turu yapan şirket var. Ama Copenhagen Card ile sadece bir şirketin, bir durağından binilen bot turu ücretsiz. Bu durak tren garina 10-15 dakika yürüme mesafesinde.
Şehrin içindeki kanalların üstündeki köprüler çok alçak, hatta bir kaç tanesinin altından geçerken bot ile köprünün arasında 1 karış kadar mesafe vardı. Bunun için botun içinde alçak köprülere yaklaşınca tekrar tekrar kafanızı kolunuzu botun içine sokun diye uyaran yapan bir görevli var. Aslında bu arkadaş botun rehberi ama klasik tur rehberi konuşmalarını kayda alıp otomatik olarak dinlettikleri için garibim anca böyle uyarı yapmak için konuşuyodu 🙂
Bota binerken kulaklık dağıtılıyor, gezerken etraftaki binalar, tarihçe hakkında bilgiler otomatik kayıttan dinletiliyor.
National Aquarium
Akvaryum, havaalanının yakınında metro + otobüs ile gidilecek bir mesafede. Yine tahmin edeceğiniz gibi Copenhagen Card, banko-bilet falan işte… Burada da vestiyer dolapları var, rahat rahat geziyosun içerde…
Tropikinden irice köpekbaliğina kadar her türlü balık var. Özellikle tropik akvaryum rengarenk çok güzel görünüyor. Bir de kocaman ahtapot, vatoz veya acaip böcekler gibi daha önce hiç görmediğim deniz canlılarını da gördüm.
Bir de yağmur ormanı tarzı bir yer yapmışlar. Bitkiler, ağaçlar ve o ortamda yaşayan pirana falan gibi balıkların olduğu kocaman akvaryumlar. Ama bu bölüm nasıl nemli nasıl nemli anlatamam, bir anadolu çocuğu olarak burada insan 1 gün dursa çürümeye başlar heralde diye düşünüyorum…
Ortaokuldayken evde akvaryumum vardı. Eskişehirdeki bütün akvaryumcuları bilirdim, hangisinde hangi balıklar var, hangisi pahalı satıyo, hangisi sadece esnaf veya akvaryum işinden cidden anlıyo… Benim için akvaryum kavramı bu kadar bişiydi 🙂 İlk defa böyle devasa akvaryuma gittim, gayet güzelmiş ya. İstanbul’dakine gitmek için bi kaç kere plan yapmıştık ama hiç becerip gidememiştim.
Bir de gidemediğim yerler var 🙂
• Kopenhag ile Malmö(İsveç) arasında bir köprü var. Bu köprünün üzerinde bir sabah bulunan bir ceset ile başlayan bir dizi var. Dizinin adını kolayca tahmin edebilirsiniz: ‘Köprü’. The Bridge (Orjinal adı Broen, Bron) Bir kaç arkadaşım bu diziyi şiddetle tavsiye etmişlerdi ama bir türlü izlemedim. Yorumlara göre çok güzel bir polisiye diziymiş.
Bu köprüye gidip fotoğraf çekeyim, arkadaşlara artislik yaparım diye düşünüyordum ama sonradan vazgeçtim. Soğukta o kadar yolu gitmeye bi selfi çekmek için ne gerek var ya dedim. Zaten diziyi de izlememişim, şu an o köprünün benim için hiç bi anlamı yok. İlla bi köprüde selfi gerekiyosa Türkiyeye gelince Osmangazi köprüsünde çekerim. Zenginim, bu köprüyü kullanıyom şekli yaparım…
• Ama asıl gitmek isteyip de gidemediğim yer Christiana… Burası Kopenhag içinde bir özgür bölge. ‘Freetown Christiana’ diyorlar. Resmi adı böyle. “Özgürşehir Christiana”
Yaklaşık 1000 kişilik özerkliğini ilan etmiş bir mahalle 🙂
Eskiden askeri araziymiş ama 1970lerde hippiler telleri yıkıp bölgeyi işgal etmişler. O gün bugündür de insanlar kendi kendilerini yöneterek yaşıyor bu bölgede.
Yazıyı enteresan bir gerçek ile noktalıyorum…
Danimarka’nın bu aralar en büyük derdi bisiklet trafiğiymiş. Derdinizi …
Bisiklet baya yaygın. Öyle ki 2016’da bir günde şehir merkezine giren ortalama bisiklet sayısı otomobil sayısından fazlaymış (265.700 bisiklet, 252.600 araba girmiş şehir merkezine). Şehirdeki bisiklet yolları zaten korumalı. Yani, araba yolunun bir kısmını boyayarak değil, bildiğin kaldırımla-bariyerle ayırarak bisiklet yolu yapmışlar. Bir de üstüne bisiklet yollarındaki anlık trafiği gösterip bisikletlileri yönlendirecek elektronik tabelalar koyacaklarmış…
Bu fotoyu Experimentarium’da yemek yerken çaktırmadan çektim. Adam bisikletin önüne römork takmış iki tane çocuk gezdiriyor ya. Ben çocukken böyle bisikletli simitçiler gezerdi 🙂 Sonra sanırım ülkece çok zengin olduğumuz için kalori değil direk petrol yakma teknolojisine geçtik.
Ha son olarak bir de aklıma Kopenhag’daki metronun otonom olduğu geldi. Metroya binince Efe en öne gidip bu trenin şoförü yok dedi 🙂 Bi baktım cidden yok. Trenin en önünde oturunca iki katlı otobüsün üst katında en öne oturmuşsun hissi veriyor. Adamlar teknolojiyi kullanıyor ya…
Otobüslerin içinde de durakların gösterildiği bir tabela olur ya, işte onun yerine elektronik ekran olarak otobüsün konumunu ve anlık olarak rota durak bilgisini gösteriyor. Düşününce, yapması aşırı basit bir şey ama çok faydalı ve daha önce bir otobüste görmedim…